Kadıköy’de İstanbul’un asi ruhunda, özgürlük kokan sokakları, rengarenk duvarları ve hiç susmayan sokak müzikleriyle geceyi bile gündüze çeviren bir semt. İşte o sokaklarda bir gece, kalabalığın arasında gözümü alamadığım bir kırmızı elbise vardı. Elbisenin sahibi başını dik tutuyor, adımlarını güvenle atıyordu. Bir travesti; cesur, kendinden emin ve tüm bakışlara meydan okuyan bir kadın.

Aslında flört dediğin şey, bazen bir bakıştır, bazen bir tebessüm… O gece de öyle başladı. Moda Sahili’nden Kadife Sokak’a doğru yürürken, kalabalığın içinden göz göze geldik. O kırmızı elbisenin kıvrımları, topuklarının çıkardığı tok ses, geceyi birden sessizleştirdi sanki. Kadıköy’ün karmaşasında o an sadece ikimiz vardık.

Cesur olmak gerekiyordu. Çünkü o bakış sana “yaklaş” diyordu, ama bir yandan da “cesaretin varsa” der gibiydi. İçimde bir çekingenlik olsa da bir adım attım. Belki biraz aptalca, belki de olması gerektiği gibi:
— Merhaba…

Bir gülümseme… Kırmızı ruju hafif parladı sokak lambasının altında. Sesi ince ama netti:
— Merhaba cesur çocuk.

Modan’nın Cesur Kadını

Kadıköy’de geceler uzun, oyunlar sınırsızdır. O gece de öyle oldu. Yan yana yürümeye başladık. Barların önünden geçerken kalabalığa karıştık, birer içki söyledik, bir sokak köşesinde kahkahalar attık. Flört etmek öyle basit bir söz alışverişi değildi; bir dokunuş, bir yakınlık, bir anın tadını çıkarmaktı. Ve o kırmızı elbise, bütün gece gözlerimin önünden gitmedi.

Kırmızı elbiseli o kadınla cesurca flört etmek demek, aslında onun dünyasına saygı duymak, onu olduğu gibi kabul etmek demekti. Çünkü o elbisenin içinde yatan sadece güzellik değildi; özgürlük, başkaldırı, kendiyle barış ve hayata meydan okuyan bir ruh vardı.

Gecenin bir yarısı Kadıköy’ün ara sokaklarından geçerken bir duvara yaslandık. Sadece göz göze baktık uzun uzun. Konuşmaya gerek kalmamıştı. O gece öğrendiğim bir şey oldu: Cesurca flört etmek bazen bir adım atabilmekti, bazen bir elin diğerine cesaretle dokunmasıydı. Ve bazen de hiç konuşmadan aynı duyguyu paylaşmaktı.

Sabah olduğunda Kadıköy sokakları yine kalabalıktı ama ben artık o kırmızı elbiseyi unutamazdım. Çünkü o gece sadece bir flört değil, bir cesaret sınavıydı. Ve bu şehrin, bu semtin en güzel yanı da buydu: Kalbinde yer eden bir gece bırakır sana.

O sokak lambalarının titrek ışığında göz göze bakıştığımız anın içine sanki zaman sıkışıp kalmıştı. Konuşmuyorduk ama her şey çok fazlaydı; kalp atışlarımız, dokunan rüzgar, şehrin sesi… Ve işte tam o anda köşedeki bir duvarın dibinde oturan bir sokak sanatçısının gitarından yükselen notalar geceyi deldi.

Genç bir çocuktu, üstü başı toz içinde, saçları dağınık ama parmakları tellerde bir ustalıkla dolaşıyordu. Bize bakıyordu. Sanki bütün geceyi, hatta o kırmızı elbiseyi ve cesurca adımlarımızı görmüş gibi. Gözlerinde öyle bir sıcaklık vardı ki, utanır gibi oldum bir an. Çünkü o bakış, “Ben biliyorum, bu gece başka bir gece” der gibiydi.

Çaldığı şarkı, eski bir şarkıydı; adı aklıma gelmedi ama sözleri yoktu, sadece gitar sesi… Ama o ses bize her şeyi anlatıyordu. O an, elini tuttum. Sıkıca, hiç bırakmak istemez gibi. Kırmızı elbiseli kadın bana döndü, gözlerinin kenarında hafif bir gülümseme…

— Duyuyor musun? dedi fısıltıyla.
— Evet… Bizi anlatıyor sanki, dedim.

Gitarın tınısı gecenin kalabalığını bastırdı. İnsanlar yanımızdan geçip gidiyor, kimse bize bakmıyordu ama biz ve o sokak sanatçısı aynı hikayenin içindeydik artık. O şarkı bizim yasak oyunumuzun fon müziği oldu.

Biraz sonra yanımızdan geçerken sokak sanatçısı durdu, gözümüzün içine baktı ve sadece bir cümle söyledi:
— Güzel geceniz olsun…

Ve gitti. Gitarın sesi uzaklaştıkça, o geceyi hiç unutamayacağımı o an anladım. Kırmızı elbise, Kadıköy’ün gecesi ve bir gitarın sesi… Bazen bir flört, bir şarkı kadar masum, bir bakış kadar cesurdur işte.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir